Freitag, 13. Dezember 2013



Uzun zamandan beri yeni bir post yazmamı bekliyorsunuz biliyorum. Sık sık bununla alakalı mesajlar alıyorum sizlerden. Blog olayınıda henüz çözebilmiş değilim. Laptopumda, Türkçe klavye yok. Cep telefonundan yazmakta baya zor oluyor. Bakalım bu olaya nasıl bir çözüm getirebileceğim.

Bildiğiniz gibi hayatımın inişleri ve çıkışları bitmek bilmiyor. Devamlı bir mücadele içersindeyim ve hep kuvvetli olmak zorundayım. Ondandır ki, yıkılışlarım ani oluyor ve benim uzun müddet uzlete çekilmeme sebep oluyor, her ne kadar Instagram üzerinden aktif olsamda.

Yazmak istediğim o kadar çok sey var aslında. Anlatmak istediğim. Düşüncelerim, kararlarım, yaşadıklarım, acılarım, sevinçlerim. Hepsini kaleme almak çok zor...

Ama şu an en çok son yaşadığımız trajik ve elim olyla alakalı yazmaya ihtiyacım var sanki. O kazayı anlatmadan önce, biraz geriye gitmem gerekiyor…

Geçirdiğim rahatsızlık, sıkıntılar ve ilk eşimden ayrılmanın verdiği baskı ve üzüntüsüyle, kendimi bütün aile ve arkadaş çevresinden soyutlamıştım. Telefonlara çıkmıyor, ailem dışında hiç kimseyi kabul etmiyor, saatlerce ren nehrinde yürüyüşlere çıkıyor ve fırsat buldukça uyuyordum. 3 senem böyle gecti. O 3 senenin sonunda, 2010'un yazında, küçük kalp krizi geçirdim. O anı hiç unutmuyorum. Telefondaydım, o kadar sinirlenmiştim, nefes alamadığımın farkina bile varmadım. Bir an gözlerim görmedi ve bağrımda bir basınç. O zamanki telefonum tuşluydu. Allahtan tuşluydu. El yordamıyla babamı aradım. Telefonda babama söylediğim, "-Baba, ne olur gel, ben göremiyorum.". Panik içersindeyim, çünkü ne olduğunu idrak edemiyorum. Bir kaç saniye öncesi hiç birşeyim yoktu. Sadece cok sinirlenmiş ve susmuştum. Söylemem gerekenleri ve söylemek istediklerimi söyleyememiştim yine. Çünkü hiç birşey değişmeyecek ti, biliyordum. Ama haksızlığa maruz kalmak ve çocukların için birşey yapamamak bir anne için çok zor bir durumdu işte.

Babam şöyle bir 4-5 dakika icersinde geldi. Bizim burdaki camide çocuk okuttuğu icin, gelmesi uzun sürmedi. Beni nasıl aşağıya indirdi ve nasıl hastanye gittik hatırlamıyorum orasını. Sadece babam geldikten sonra rahatladım, onu biliyorum ve başımdaki basinci hissettiğimi. Hastaneye vardığımızda ilk etapta hemen EKG ye bağladılar ve kan aldılar. Ardından serum taktılar. Aradan bir yarım saat geçti yada geçmedi bilmiyorum, rahatlamıştım, uykum gelmisti. Kan sonuçlarının gelmeside uzun sürmedi sanırım, onuda tam hatırlamıyorum.Teshisi söyledikleri an ve şaşkınlığım. Küçük kalp krizi demişti doktor ve ardından, - çok gençsiniz, irsi veya doğuştan bir rahatsızlıgnızda yok, nasıl oldu bu?.... O gün söyleyemedim ama, - Cok sinirlenmiştim doktor bey, yılların birikintisi, acısı ve haksızlığı o gün patlak verdi., diyememiştim işte. Sadece, -stres olsa gerek dedim. Imza attım çıktım hastaneden. Zaten günlerden Cumartesiydi ve doğru düzgün ilgilenmeyeceklerdi. Çocuklarımda perişan olsun istemedim ve eve çıktım. O gün babamın saçlarındaki aklar ikiye katlanmıştı. Iki sefer ölümden dönen kizi, simdide kücük kalp krizi geçirmişti. O gün bana sordular ve karar verildi, biraz buralardan uzaklaşmak için, Türkiye ye izine gidecektik.


Ben her gurbetci gibi memleket hasretiyle yanmadım. Nereye ait olduğumu bilemedim hiç. Hiç güzel anım yoktu Türkiye'de benim. Ve oradaki insanların bizi almancı olarak görmeleri ve yapılan haksızlık lar, her gurbetci gibi benimde yaramdı. Ama gidiyorduk işte. Değişiklik olacaktı bana ve çocuklara ve braz olsun uzaklaşacaktım sorunlarımdan.

Düşünüldüğü gibi olmadı. Bu seferki tatilimiz daha kötü geçmişti. Çünkü ben herkesten kaçmış, sorulardan bunalmış ve kendimi eve kapatmıştım. Almanya'ya dönünce de, bir daha Türkiye' ye kolay kolay gitmem demiştim.


Sonra benim hayatım da çok güzel şeyler oldu... Beklediğim insan beni tamamladı ve benimle ebediyet yemini etti.... Ailem onu cok sevdi, o ailemi. Ve geleceğe dair hayaller kuruldu. Sıra ailenin geri kalanıyla tanıştırmaya gelmişti. Onlarda merak ediyordu çünkü. Yıllardır hırçın olan, yüzü gülmeyen ve derdi hiç bitmeyen Selma'yı durultan insan kimdi?


Bir izin telaşı sarmıştı hepimizi. Bizi neyin beklediğini tam anlamıyla bilmiyordum. Eşim oraları nasıl bulacaktı? Sıkılacakmıydı? Ailem onu, o ailemi sevecekmiydi? Türkiye'ye her sene gitmiş fakat, egeyi ve köy hayatını hiç görmemiş. Izin günü yaklaştıkça bir korku sarıyor du içimi. Hatta, Türkiye'ye uçmadan bir hafta önce telefonda annneme ağlamış ve onuda üzmüştüm. 



Korku, heyecen ve sevinç eşliğinde, o gün gelip çatmıştı sonunda. Annemde bizimle uçuyordu. Hepimizde tatlı bir heyecan vardi. Havaalanında ilk imtihanımızı verdik. Annemin iki yıldır canı gibi baktığı ve yanından ayırmadığı kedisinin kağıtları ve bileti o telaşın arasinda evde kalmış. Sanki bize ilk ikazdı bu. Neyseki bilete çözüm bulundu ama Şirin Sultan Almanya'da kalmak zorunda kaldı malesef. Gecenin bir yarısı varmıştık Türkiye'ye. Ilk kez ramazan ayının bir kısmını ve bayramı Türkiyede geçirecektik. Sahur için yetişmiştik köye. Anneannem, dayılarım, yengelerim ve kuzenler sıcak karşılamıştı bizi. Sahuru beraber yapmış, sabah namazlarını eda edip, evimize doğru yol almıştık. Ilk günden itibaren, cok farklı yaşamıştım bu sefer Türkiye'yi. Herşey çok daha güzeldi ve memleketimi bir başka gözle görüyordum ve eşime bizim oralari anlatmak, onun gözlerindeki ışıltıyı görmek, yeniden onunla birlikte fotoğraf çekmek beni mutlu ediyordu… Hatta dönüş hayalleri kurmuştuk. Çocuklar Türkiyede okumak istiyor zaten, neden olmasın dı? Eşime iş teklifleri bile gelmişti. Daha hayatımıza tam yön vermediğimiz için, herşeye açıktık aslında. Bereketli toprağı, güzel insanı ve iklimiyle ege eşimi büyülemişti adeta. En çok ta egenin dağlarına tutulmuş, ak dağın eteklerine bir çiftlik kursak, kendi toprağımızı ekip biçsek, daha ne isterizki, demişti defalarca bana. Hayalinde koyun sürüleri, küçük ormanı ve meyveliğiyle öyle güzel bir hayal çizmiştiki bana, hemen gerçekleşsin istemiştim o an.



Bayrama bir kac gün kala annem etraftaki değirmenlerin açık olup olmadığını araştırmaya başlamıştı. Hem buğday öğüttürecek, hemde pamuk attıracaktı. Ramazan ve bayram nedeniyle değirmenler pamuk atmıyordu. Hatta bir kaç kez niyetlenmesine rağmen, köyden pamuğu getirmeyide unutmuştuk aslında. Sonra o pamuk ve buğday geldi eve ve bizim mahalledeki değirmende kendimiz atacaktık pamuğu. Un hazırdı tarhana için. İçinde kaynatmıştı annem. 



5 Ağustos, Pazartesi sabahı annem bizim kapıyı vurdu. Hadi dedi, unu getirelim değirmenden, hemde pamuğu atıp gelelim. O gün nasıl elim kolum döklüyor. Sanki koca bir yük taşıyorum üzerimde. "Anne" dedim, "sanki ölü toprağı atılmış bugün üzerime. Bu gün gitmesek? Hic canım istemiyor benim". "Hadi hazırlan" dedi bana, "açılırsın gidince. Hamit de (eşime müslüman olduktan sonra verilen isim) gelsin isterse" dedi. Değirmene vardığımızda değirmen açık, bizim un çuvalı meydanda duruyor, fakat değirmenci yoktu ortada. Değirmenciyi bulmamız bir hayli vaktimizi almıştı. Kahveye haber gönderdiler, geldi değirmenci. Bende hala öyle bir uyuşukluk varki, tam olarak algılayamıyorum bile herşeyi. Çuvalları indirip, cırcır makinesinin bulunduğu odaya koyduğumuz da, ben hala zannediyorumki, değirmenci atacak pamuğu ve biz sadece cuvallara tekrar doldurup gideceğiz eve. Adam makineyi çalıştırdı. Ben ve eşim kenarda dikilip bekliyoruz. Eşim bir taraftan bir kaç fotoğraf çekiyor. Sonra değirmenci annemi arka odaya gönderdi ve ordan uzun bir sopayla pamugu çekmesini söyledi. Sonra beni çağırıp, pamuğu yavas yavas makinanın ağzına vermemi söyledi ve gitti. Ben çok şaşırdım, eşimse gerildi baya. Tek söylediği şey, "bu cok tehlikeli, siz yapmamalısınız". İçerde durmadı ve kendini dışarıya attı. Arada bir gelip, "yapmayın, çok tehlikeli, bir şey olmasından korkuyorum. Makinanın kapatmak için bir düğmesi bile yok" dedi defalarca. En son geldiğinde ise gözleri sulu bir sekilde, "nolur bırak, içimde kötü bir his var" demişti ve yine dışarıya çıktı. Nefes alamıyordu çünkü. Bende ona, az kaldı, bitti neredeyse, gideriz şimdi dedim. Sonra elimdeki pamuklar bitti ve ben değirmenciyi aramak için çıktım odadan. Değirmenci bir kabinin arkasında masanın üzerine  kafasını koymuş uyuyordu. Bir kaç kez cama tıkladım, duymadı beni. Sonra, sonra.., makinadan gelen o garip ses. Bütün kan donmuştu damarlarımda. bir an yerimden kımıldayamadım. Annemden ses çıkmıyordu ama makina devam çalışıyordu. Sanki zaman durmuş ve diğer odaya geçmem saatlerce sürmüştü. Annen karanlık odanın kapısında dikiliyordu. Gördüğüm manzara gerçek olamazdı o an. Bir kaç saniye idrak edemedim olayı. Kanım o sesle donmuştu zaten. Annem, sol eliyle sağ elini tutmuş, kolundan aşağı kanlar akıyordu. Defalarca, "anne, ne yaptın sen" dediğimi hatırlıyorum. Annem metin bir şekilde ama acı içersinde, "parmaklarım gitti" dedi. Defalarca, "ambulans! Ambulans! Ambulans!" diye bağırdım. Hiç ağlamadı annem. Hiç bağırmadı. Sadece dilinde dua ve arada bir, "dayanamıyorum artık" dedi. Bir ara eşimi gördüm kapıda. Kreç gibi olmuş, yerinden kımıldayamıyor. O ara değirmenci geldi, ve makinanın fişini çekti. Eşim birden eve doğru koştu, amcamları çağırmak için. Ben hala ambulans diye bağırıyorum. Sora annemle değirmenin önüne çıktık. O ara değirmenci ancak akıl edebildi acili aramayı. Ambulansın gelmesi 4 yada 5 dakika ancak sürdü. Hastaneye vardığmızda öğrendik ki, koskoca Çivril devlet hastanesinde, 20.000 ne yakın nüfüsü olan bir ilçenin hastanesinin tek bir cerrahi var ve oda bayram iznine ayrılmış. Annemin eline mudahale edilmeden, Denizli Pamukkale üniversitesine kaldırıldı. Acile kaldırılan annem, bir cok acil hastayla birlikte, kadın erkek karışık bir odaya alındı. Birkez daha, ülkemin sağlık sisteminin ne kadar vasat bir durumda olduğunu, ve bir çok sağlık personelinin acıma duygusundan yoksun olduğuna şahit olmak zorunda kaldık malesef. Eminim, içlerinde merhametli ve hastanın durumunu düşünenlerde var ama biz o hastanelerde karşılaşmadık böyleleriyle malesef. Herşeyden acı olan ise, annemin acısını dindirmek için bile birşey yapmadılar. Cerrah yanımıza geldiğinde, bize durumu açıkladığında, bu durum gerçek olmazdı. Olamazdı böyle birşey. Ammen içerde acı çekiyor ve doktor, sağ elinin tamamen amputasyon yapılması gerektiğini söylüyordu. Annemin elini görmüştüm ve rontgenlere baktığımda, kurtarilabilecek parmaklar olduğunu görebiliyordum. İçimden bir his bana, burada kalmamamızı söylüyordu. Ilk etapta ailenin diğer ferdleri, "tamam, ne gerekiyorsa yapılsın" dediler ama ben hayır diyordum. Olamaz. Başka bir çare olması lazımdı. Sonra oğlan kardeşim bana, "abla ben dayanamıyorum ve hatta artık düşünemiyorum, annem içerde acıdan kıvranıyor, sen karar ver" dedi. Kardeşim, dayım, kuzenim ve eşim hepsi benden karar bekliyordu. Doktora sorduğumda, el üzerine uzman, veya bize daha iyi yardımcı olabilecek bir hastane varmı diye, bize söylediği, "bizim tedavimizi kabul etmediğiniz için, size başka türlü yardımcı olamayız" oldu. Hatta, annemi o hastaneden kendi imkanlarımızla götürmemiz gerekiyordu ve annemin kazasının üzerinde 6 saat geçmişti. Ben kardeşime dedimki, "eğer burada kalır ve annemin elinin amputasyon yapılmasına izin verirsek, sende bende ömür boyu vicdan azabından kurtulamayız. Gidelim bir başka hastaneye, ve oradada aynı setyi söylerlerse, en azından şansımızı denemiş oluruz ama ya baswka bir imkan vasa?".  Kardeşim bir taraftan, ben bir taraft, Istanbul, Ankara ve Izmir olmak üzere bir cok hastaneyi aradık. Bize tavsiye edilen hastane, Izmir Emot hastanesiydi. Denizli Izmir arası hemen hemen 300km. Helikopter bulamadık, Hastane bize ambulans vermiyor ve annem saatlerdir aci cekiyordu… Anneme durumu izah ettik ve onunda onayıyla annemi Izmire götürmek üzere yola çıktık. Instagram takipçilerim bilirler, kazadan hemen sonra, dua istemiştim takipcilerim denn. Birde yasin okunup, tefriciye çekilmesini. O duaların bize öyle çok yardımı olduğuna inanıyorum ki, yoksa annem o kadar acıya dayanıp, kaybına göre, kan ihtiyaci olmaması mümkün olmazdı. Denizli Izmir arasında biz meleklerin kanadında gittik sanki. Annemde dahil olmak üzere, arabada 5 kişinin ağzında, Ayet'el-Kürsi. Biz hiç bir lambada durmadan ve yolda 3 ambulans sollayarak hastanaye çok kisa bir zaman içersinde vardık Elhamdülillah. Hastane geleceğimziden haberdar oldugu icin, bizi direkt kapida karşıladılar. Annemi arabadan alıp, ilk müdahaleyi yaptılar. Sonra, doktorun söylediği ise, kararımızın doğruluğunu kanıtladı. Yüzük ve orta parmağı kurtaramıyorladı ama işaret ve serçe parmağın bir kısmının kurtulma imkanı vardi. Baş parmağı ise dikeceklerdi. Ameliyat 4 saate kadar sürebilir dediler ama annem birbucuk saatte çıktı ameliyattan. 3 gün, üzerimde kanlı elbiselerimle annemin yanındaydım. Haftalarca gözlerimi yumamadım. Gözlerimi her kapayışımda, makinanın o garip sesiyle irkiliyor ve bir daha kapayamıyordum. Arefe günü evimize dönmüştük. Son iftarımızı kalabalık bir şekilde, hep birlikte yaptık. 



Annemin kazasını duyan geliyordu. Bazı günler, 50-70 kişi arasında misafir ağırladık. Annem hep dirayetliydi ve kendini hiç salmadı. Hatta o ailesini ve kardeşlerini teselli etti. Kazanın üzerinden 4 ay geçmesine rağmen, hala kabullenemedim olayı. Televizyon seyrederken bile, her kaza olayında, nefesim tükenene kadar ağlıyorum hala. Hatta bazı günler yataktan bile çıkamıyorum. Günlerce uyuyamıyor ve sonra günlerce yataktan çıkamıyorum. Vicdan azabından ölüyorum resmen. O kazadan bir kaç dakika önce ben girmiştim o arka odaya. Bir kaç saniye durabildim ancak. Sonra panikle çıktım odadan ve annem tekrar girdi. Eger ben çıkmasaydım, belki olmayacaktı diyorum ve vicdan azabından kahroluyorum. Kadere inancım sonsuz. Takdiri ilahi biliyorum ama böyle düşünmeme engel olamıyorum.


Annem hala tedavi görüyor. Yaraları hala tam olarak iyileşmedi bile. Hepimizin hayatı değişti bir günde ve Türkiye yine kabus gibi oldu bana.
Yinede özlüyorm memleketimi ve kazadan önce, dağlarda, meyve bahçelerinde ve köyde geçirdiğimiz o 7 günü….






Sonntag, 22. September 2013


...ve, birden kalbini bırakmıştı avucumun içine...

sabahın nurunda böyle bir sürprizle uyandırılmak ne güzel bir duygudu ♡♥♡

Bugün benim doğum günüm



Yaramaz bir çocuk edasıyla dolanmıştı dün bütün gün. Bana bakıp, ellerini ovuşturup, "sabredemiyorum, hadi çabuk yarın olsun" diyordu. Yatağa gittiğimizde hala gülümsüyordu. Bütün gece yüzünde bir gülümsemeyle uyudu. Gece çok sık uyanırım ben. Ona her bakışımda o gülümseme vardı yüzünde. Ben kımıldayınca gözlerini açıyor, gülümsemesi kocaman oluyor ve devam uyuyordu. Sabah uyandığında, benim uyanık olduğumu görünce çok sevindi. "Uyandınmı?" diye sordu. Ve benim tekrar yatmayacağım dan emin olunca, "bekle hemen geliyorum, sakın kalkma" dedi. Önce kahvemi getirdi, yanında kendi yaptığı küçük bir pastayla, sonra "ben seni çağırana kadar sakın kalkma" dedi bana.
İçim içime sığmıyor, onun heyecanı bana yansıyordu. Kalktım, bir hırka aldım sırtıma, sonra tülbentimi örttüm başıma. Niyetim birazdan balkona çıkmaktı. O ara geldi yanıma yine. Yüzünde yine o çocuksu ve muzip gülümseme. Gözleri ışıl ışıl. Bugün sıra dışı bir gün yaşayacaktım, biliyordum. "Hadi gel" dedi bana. Herşey hazır. Elimden tuttu ve balkona götürdü beni.



"Hatırlıyormusun?", dedi bana, "hani bir hayal kurmuştuk. Kocaman bir arazimiz olacak. İçinde çeşit çeşit çiçekleri ve ağaçlarıyla kendi ormanımız olacak ve bir sürü koyunumuz. Şu an sana o arsayı alamıyorum ama ağaçlarımızı şimdiden yetiştirebiliriz"..... 







Sonra döndü bana ve balkonun tavanında asılı olan bir uçağı göstererek, "bunu bugün senin için kiraladım" dedi. "Nereye istersek gidebiliriz, bugün senin emrine amadeyim" dedi. Hazırlandık ve ilk önce Almanya'da ki seçimlere katılıp daha sonra Maldiv aralarına uçtuk. Orada bir kaç gün kaldık. Sonra geldik çocukları aldık ve Norveç'e uçtuk. Bir kaç günde orada kaldıktan sonra ver elini Türkiye. Kuzey den güneye, doğudan batıya, yavaş yavaş,  içimize sindire sindire gezdik Türkiyeyi. Instagram dan takipçilerimle tanışıp,  güzel dostluklar kurduk. Sonra baktık ki,  biz çok seviyoruz Türkiye yi. Hep beraber karar verdik ve egede küçük bir kasabaya yerleştik. Bana söz verdiği,  hayalini kurduğumuz arsayı aldık. Üzerine,  amerikan usulü, verandalı, kış bahçesi olan, teraslı bir ev yaptırdık. Bahçesine Salıncak kurduk. Verandanın önüne kocaman bir salkım söğüt diktik. Söğütün biraz ilersine, etrafı gül ağaçlarıyla donanmış bir Kamelya yaptırdık. Sonra da kendi ormanımızı diktik. Ve küçük bir çiftlik kurduk. Bir köpeğimiz bile vardı. Rengarenk çiçeklerimiz, türlü türlü bitkilerimiz vardı. Akşamları Veranda da oturup, Çaylarımızı yudumlarken, torunlarımız etrafımızda gülüşüp oynuyorlardı. Ne güzel bir hayat kurmuştuk.  Sonra bir baktık akşam olmuş, yaşadığımız sıradışı gün neredeyse bitmiş. Şimdi sıra çay keyfine ve seçim sonuçlarını izlemeye gelmiş.... uçağımızı tavandan indirip, arasamızla birlikte, başka hayaller de buluşmak üzere bir kartona yerleştirip akşam keyfine başladık bile :)......



Freitag, 1. Februar 2013



Evde akvaryumu çok seviyorum aslında ama yıllarca akvaryum bakan birisi olarak, bakımınnın ne kadar zor olduğunu biliyorum.
Son kemoterapi döneminde, 200 litrelik bir akvaryumumuz vardı, aynen bu balıklarla. Ama temizledikten sonra 3 gün kalkamıyordum. E, artık kolaya kaçmak lazım :-D
 

" artık kimse için kendimi değiştirmem"


IMG_20121015_144616
Son zamanda çok dikkatimi çeken ve sıkça rastladığım bir cümlenin ne anlama geldiğini veya bu cümle ile ne kast edildiğini merak etmekteyim doğrusu. Kafamı ciddi anlamda meşgul etti uzun zamandır.   " artık kimse için kendimi değiştirmem" " ben böyleyim, beni kabul eden böyle kabul etsin". Yaş farketmiyor, ergeni, genci, orta yaşlısı ve yaşlısı bu cümleyi böyle kullanıyor. Ne demek istiyor bu kadar insan? Neden hep birilerinin bizi değiştirmek istediği ni düşünüyoruz?
İzlediğim, dikkatimi çeken birşey daha var ve bununla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Toplum olarak, din, dil, cinsiyet ve ırk ayırmadan bencilleştik. Evlatlarımızı da böyle yetiştiriyoruz. Öncülüklerimiz maddiyat, çocuklarımız yalnız. Bilmiyoruz, arkadaşlık, kardeşlik, aile ve bağ ne demek. Öğretmiyoruz, öğrenmiyoruz ama beklentilerimiz var. Öğrenmek için değişmek gerek bazen. Almak için vermek. Bazen kendinden vazgeçmek gerek ki kazanasın. En çokta sevmek gerek ve beklentisiz sevmek. Fazlasıyla geri dönecektir sana. Ve o zaman değişmen de gerekmeyecek aslında. Bazen imtihanımız çok çetin ve bazende açık kalan hesapları ödüyoruz... Kendinden ödün vermeden, olumlu değişiyor ve gelişiyorsak, doğru yoldayız aslında...